27 Ağustos 2010 Cuma

Bir tatLı röportaJ


Aslına bakarsan ben sevmiyorum pek böyle iş meselelerini buraya aktarmayı... Ama bazı insanlar oluyor ki değinmeden edemiyorum. Bu sayı genç kızların böğürlerini yeni yeni parçaladığı Yusuf Güney'le sohbet etme fırsatı buldum....
Açıkçası önyargılı davrandığımı söylemeliyim.
Herkes etrafımda "beni de götür, yok fotoğraf iste" falan derken bir de bakmışım içten içe biley durumları oluşmuş içimde. Ne de olsa cörrt diye birden bire giriverdi hayatımıza...

Gittim ben de olayı yerinde inceledim...
Hiç de öyle değilmiş arkadaş! Bir mütevazilik bir mütevazilik.... beni utandırdı Vallahi :(
Yaşının küçük olması itibariyle (1984) saygılı, bir o kadar centilmen ve sevimli bir arkadaş kendisi.
Hem benim çenemden rahatsız olmadı, hem de durmadan gülümsedi.


Ayrıca diğerleri gibi yok ben daha kundaktayken uzun hava söylerdim, yok benim babam da devlet sanatçısıydı falan zırvaları da yok!
Dediğine göre Rafet El Roman'la tanışmadan önce sesinin güzelliğinin bile farkında değilmiş, çünkü şarkı söylemiyormuş. Kendi halinde bir hayat sürüyormuş Londra'da... Hemen öyle pörtletme gözlerini Londra'da mı yaşıyormuş diye... Ailesi hala orada yaşıyormuş naapsın çocuk?
Daha önce bir dolu iş yapmış bak bilmiyoduk!
Bir İtalyan restoranında çalışmış önce, baklava ustasının yanında çalışmış, hatta vinç operatörlüğü bile yapmış. Gururla anlattı yaptığı her işi... En son pazarlama müdürüyken yolları kesişmiş Rafet Abi'siyle...
Kendinin bile beklemediği bir hayran kitlesi oluşuvermiş AŞK-I VİRANE (TIK) klibiyle...

Ne diyeyim... ? Bu kadar dürüstüne, bu kadar mütevazisine ve bu kadar kendine güvenenine az rastladığımız bu zamanlarda seninle de paylaşmak istedim...


Dünya kadar yazı yazmam gerekiyor, ben burda sana röportaj anlatıyorum...
aaaah, müdür bir görse!!!

NOT: BaLLım bugün döndü gezisinden :) 3 günlük koklaşma zamanlarını paylaşmak dileğimle..




26 Ağustos 2010 Perşembe

Deli Dolu


Günlerdir kafamı kaldırmadan çalışıyorum neredeyse...
Derginin çıkma zamanlarında hep böyle oluyorum ben :( hayatla bağlantım kesiliyor, yazarak yaşıyorum. İşimi de çok seviyorum ama arada nefes alsam fena olmayacak!

Geçen hafta sana iki yaş bunalımından bahsetmiştim... BaLLı 4 gündür yine gezmelerde ve bunalımsız ama iş dolu bir haftanın sonunda diyorum ki:

- aaaaah! olsa da bunaltsa... Durmadan soru sorsa, benimle oynasa, sabunlu sabunlu banyodan kaçsa, çizgi filmlere kızsa, elindeki herşeyi yere atsa.....

İnsanoğlu böyledir işte; olsa bir dert olmasa bin dert :) Allah kimseyi küçük baş belalarından ayırmasın. Fakirin sarmısağı başının altında olsun!

Ömür geçiyor işte bildiğin gibi, bir haftayı daha geride bıraktık. Bir bakıyorum da bu hafta kendim için ne yaptım diye; yazdım yazdım yazdım.. Ama bu sefer sana değil, dergi okuyucularına :)
Yarın BaLLı yuvaya dönüyor, evde bir telaş bir telaş.
Gelir gelmez soracak biliyorum:
- anne bana ne aldın?

Allahtan sürprizim hazır :)
ama söylemem...





20 Ağustos 2010 Cuma

Bir Asi Rüzgar...


"terrible two" (korkunç iki) ile uğraşıyoruz bu sıralar...
yani iki yaşın en negatif zamanlarından birindeyiz ailece!!!

- gel oğlum elini yıkıyalım...
- gelmiiiiceeeeeeeeeeeeeem, auğğaaağ...
- tamam o zaman hayatım, silelim mendille...
- ben ellerimi yıkıycaaaaaaaaaaaaaaaaaam, aaığğğğğ...
:/

durmadan okuyup, tahammüllü bir anne olmanın yollarını öğrenmeye çalışıyorum. Zira, gün boyu işyerinde cümlelerle ve onun üzerimde yarattığı ağırlığıyla uğraşmaktan ne enerji kalıyor, ne tahammül :( üstüne üstlük bir de sürekli bir neden bulup, cırıldayan bir baLLı dudak ısırtıyor doğrusu...
Her yazılan aynı kapıya çıkıyor,
"çocuğunuz kendini tanımaya çalışıyor, karakteri gelişiyor, herşeyi kendi yapmak istiyor, ona izin verin....."

Tamam, verelim.... Daha bir maymun olalım, ağzımızın ortalık yerine yumruğuyla çiçekler açtırsın biz susalım, oyuncaklarını kırıp ortalığa savursun toplayalım, gece nöbetlerinde hiç uyumadan onunla oturup sıfır uyku işe gidelim..... Ya sonra??
Bu dönemler biter mi insan hayatında? Bitmez...

Bak mesela oğlum 7 aylık doğduğunda sağlık problemi olacak diye aklım oynamıştı, oldukça sağlıklı olmasına rağmen (ortada hiçbir problem yokken) sadece gazı olduğu için 4 ay göz kırpmadı, sabahlara kadar kollarımız havada aslan kral şeklinde el değiştirerek uyuttuk beyefendiyi... Doktorumuz 3 aydan sonra biter demişti, bitti mi? YOK...
4 aydan sonra dişler çıkmaya başlamasın mı? hadi buyur....
Ağzından salyalar akar, yumruğunu gırtlağına kadar sokar, durmadan ağlar... ve asla uyumaz...
Yok efendim alt dişler çıkarken daha çok huysuzlanır, vay efendim sen bir de kalıcı azılar çıkarken gör.... falan bir dolu korkutucu hikaye... Dişler çıkar, bitti mi? YOK

Şimdi 2 yaş bunalımı yaşıyoruz, bir nevi bebeklikten çocukluğa geçiş dönemi.. Herkes alttan alıyor paşamı, herkes anlamaya çalışıyor, elinden tutuyor, yardımcı oluyor... 3 yaşında geçer diyorlar, bitti mi ? YOK

Geldi mi sana okul çağı?
"- ben okula gitmeeeeeeeeeeem, sen de benimle geeeeeeel" dönemi başlayacak mı bu sefer de?
Haydi bakalım bitecek? biter mi? YOK

Derken 18 yaş bunalımı, aşık olma krizleri, anne babayı anlamama, kendi başına yaşama sendromları, siz beni sevmiyosunuz dramları, dövme yaptırcam, saç kazıtçam, arkadaşlarda kalıcam, yurt dışına taşınıcam..................

ooooooooooooooyyyyyyyy.... Bitti mi? YOK
ben evlenmeye karar verdim deyip, saçlarını diken diken edecek bir tiple elele gelsin sen o zaman gör!!!!
vur kendini yerlere...

İnsan hayatında "terrible" dönemler biter mi arkadaş? YOK....
bak bana en terrible dönemimi yaşıyorum mesela...
Söylüyor muyum? YOK....




19 Ağustos 2010 Perşembe

Bunal(ım)maLar


Günlerdir susuyorum yine kendi içime...
Cümlelerimi eskitiyor diye düşündürüyor konuşmak çünkü.
Oysa ne kadar da değerli her biri yüreğimin cici odasında!

az'la mutlu olunacağını bilen ne kadar da az insan kaldık şu dünyada değil mi?

Taze kesilmiş çimen ya da evde yapılmış havuçlu,tarçınlı kek kokusu; kahvaltıdan sonra bir arkadaş tarafından söylenmiş köpüklü, orta şekerli bir türk kahvesi;p antolonunun cebinde sıkışmış 10 TL; unuttuğun bir anda portmantoda karşına çıkan kırmızı ayakkabılar; sadece "aklımdasın" yazılı bir mesaj; özenerek sürülmüş ve bozulmamış pembe ojeler; bitirmeye yüz tuttuğun kalın kitap; sevgilinin alt dudağı; oğlunun perçem kıvrımı, vanilyaya benzer kokular yayan atleti, teki kayıp çorabı; telefondaki anne sesi; gülümseyerek dökülen gözyaşı; en sevdiğin şarkı............. bir dost sesi, dost nefesi...........

Basittir....
ille de birisi olsun istersin işte..

İnsansın! Beklersin....

Çoğalmak, çağlamak, paylaşmak, mutlu olmak için....
Yalnız hissetmemek için, gülümsemek için, gülümsetmek için, yaşıyorum demek için.... İstersin!

İstiyorum....

İstiyor....

Umuyorum...

Duruyor....







17 Ağustos 2010 Salı

İç yarası


Banyodan çıkmıştın o gün, gecenin bilmem kaçı!
O sıcak ki unutulmaz, o nem ki nefessiz bırakır insanı... Yıldızlar elle tutabileceğin kadar yakınında...
Dar bir sokakta 4 odalı ama küçücük bir evde 3 kişi yaşıyoruz o zamanlar. Anneciğim hep yanıbaşımda (şükürler olsun ki hala yanıbaşımda)
Duştan çıkıp kendimi sırtüstü yatağa attığımda, korku filmlerinde bile daha kullanılmamış derin bir uğultuyla irkildim. Sanki aşağıda birşeyler kaynıyordu ve bulduğu ilk delikten fışkıracaktı. Olsa olsa bir canavar günyüzüne çıkmak istiyordu. Korkunç bir sallanmaya acı çığlıklar eklendi sonra... Annem üstüme yatıp beni korumaya çalışıyordu, bense tek bir cümle kurabildim:

- "anne, dursun lütfen"

Sonrası keder, sonrası yara, sonrası kanlı gözyaşı....
Daracık sokağımızda birbirine neredeyse bitişik yapılmış evlerin birbirine nasıl şiddetle vurduğunu dışarı çıktığımzda farkedebildik. İnsan seli olmuştu dar sokağımız, aşağı doğru akan bir ırmak...
Nereye gidiyordu bunca korkmuş insan? Nereye?
Günlerce dönemediler evlerine, günlerce aynı giysilerle, aynı şeyi yediler... Şükrettiler yaşadıklarına, sevdiklerinin yanında oluşuna..
Hepimiz bu kadar şanslı değildik, sonra anladık!
Televizyonda gördüklerimiz, sürekli işittiğimiz o ses çıkmadı aklımızdan:

- "sesimi duyan var mı?"

Kahrolduk milletçe... en gençlerimizi, en güzellerimizi, en bebeklerimizi, annelerimizi, abilerimizi, kardeşlerimizi verdik toprağa....
Ağlaya ağlaya...
11 sene geçti, sızımız dinmedi...

Nurla içinde uyusunlar, hiçbirini unutmadık...
Allah rahmet eylesin her birine, kalanlara sabırlar...
-------------------------------------------------------
Koltuk kavgasıyla birbirine girenler,
oy toplamak, çıkar sağlamak için elinden gelenin fazlasını yapıp böyle durumlarda susanlar,
sadece kendi çıkarları için vatandaş ziyareti yapıp, sonrasında onları görmezden gelenler,
avanta uğruna imar verip, binayı bir kez bile kontrol etmeyenler......
-" sesimizi duyan var mı?"




13 Ağustos 2010 Cuma

Yiğitler Bitmesin diye....

İçimden bir mektup yazmak geldi bugün sana;
bir de baktım zaten mektupların en içten geçenini bloğu hazırlamaya başladığım ilk gün yazmışım yavrum...
Cümlelerim değişti belki, içimde daha da büyüdün her geçen gün...
Bir daha oku diye, bir daha anla diye yeniden paylaşıyorum,
yine sesleniyorum yüreğine, sevmekten korkan diğer yüreklere....




Canım oğlum;

sanadır cümlelerim, içimdeki tüm güzellikler... Söz uçar yazı kalır dedikleri yerdeyim şimdi ve istedim ki uçmayan sözcüklerden sürprizler hazırlayayım, istedim ki içimdeki SENi satırlar dolusu haykırayım...
Çok küçüksün henüz, cümlelerimi anlamana belki uzun yıllar var. Ben sana yazdıkça büyüyorsun bebeğim, ben yazdıkça kocamanlaşıyorsun yüreğimde. Kimseler yazmaz oldu artık birbirine güzel oğlum, kolayına kaçar oldu, teknolojiye yenildi bizim neslimiz maalesef... Sen ve seninle gelen mis kokulu yeni nesil umudumuz oldu.
Yolunuz uzun, işiniz çok zor yavrucuğum... Kötülükleri bitirecek, dünyayı güzelleştireceksiniz sizden sonra gelenler için. Kocaman adam olacak, yeryüzünü yeniden inşaa etmeye çalışacaksınız kocaman yüreğinizle... Sevgiyi (sevmeyi) öğrenecek, öğretecek; paylaşarak çoğalacak, çoğaldıkça güzelleşeceksiniz...

Suçluyuz biliyorum!

Çok güzel bir dünya bırakamadık sizlere... Hoyrat davrandık, yıprattık, umursamadık tehlikeleri. Pişmanız!!! ama içimiz rahat. Bizim yanlışlarımızı yapmayacaksınız hiçbiriniz... Dost olacaksınız, kardeşlik edeceksiniz birbirinize., dostluklarınıza sarılıp daha çok zaman ayıracaksınız sevdiklerinize... Bizden daha çok cümleler kuracaksınız uzaklara, yakınlara....
Kalbimin en güzel köşesi, Biricikim....
Sanadır içimin en güzel yeri... Sanadır bundan böyle en keyifli yolculuğum... Sana layık olmak ümidiyle çabalayan anneni anlaman dileğimle....
Cennet kokunu öpüyor, seni çok seviyorum....

25. Mart. 2009/ Çarşamba




11 Ağustos 2010 Çarşamba

Yeni hafta, Yeni dilek...


Haftasonu gidemedik hiçbiryerlere... Nereye niyet etsek tıklım tıkış bir kalabalık, üstüne bir de deli gibi bir sıcak. Yazlığımızda sarıldık birbirimize, ailemize...

Cumartesi evimize gittik; "öteki evimiz" diyor BaLLım oraya :) yazlığımıza ise "kumdaki ev"...
Arkadaşları var artık onun da. Beraber oynuyor, beraber koşturuyorlar gün boyu. Bizimki kendini yetişkin sanıyor çoğu zaman :) çok güldürüyor bizi ve diğerlerini... Yeni bir huy edinmiş kendi kendine, çok kötü. Kum atıyor yüzüne gözüne yanındakilerin, laf da dinlemiyor. Üzülüyorum...

Düşünüyorum da, sanırım ilgi çekmeye çalışıyor, çünkü sadece ilgisiz kaldığında yapıyor bu işi. Ceza olsun diye kumdan alıp eve götürüyoruz babasıyla, hemen özür diliyor, mızmızlanıyor. Dışarıya çıkardığımızın ilk 5 dakikası yine aynı şeyi yapıyor, şaşırtıyor. Sanırım onun bir çocuk olduğunu unuttuğumuzdan olsa gerek, bize bu şekilde hatırlatıyor :))

Yeni umutlar için adım attım geçtiğimiz gün. Dilek tuttum bütün hücrelerimde hissederek...
Olsun için uğraştığım bir dileği içimden geçirirken yaşadığım titremeyi yazmak istedim sana nedense?
Olur mu bilmem, ben deniyorum...
Herşey daha güzel olsun, herkes ağız dolusu gülsün istiyorum.

Bugün Ramazanın ilk günü... İnsanlık, içindeki huzurla karşılaşmalı bugünlerde. Özünü bulup, sıcak pide kokularıyla gülümsemelisin yan komşuna. İyiliklere devam etmeli, ne kadar işe yaradığını görme fırsatını vermelisin kendine.
İftar zamanında sokaklardaki o sessizliği çok severim çocukluğumdan beri, hep birlikte oturulan sofraları ve sanki senelerdir yememişsin gibi iştahla yediğin yemeklerin ilk lokmasını...

Oruç tutamıyorsan üzme kendini, yapabileceğin daha çok şey var!

Hayırlı Ramazanlar....





6 Ağustos 2010 Cuma

UyKu...


Uzaklarda, mutlu bir haftasonu hayalindeyim...
oğlum dizlerime uzanmış, benim gözlerim ağacın eskimiş renginde...
en sevdiğim ninni dilimde...
UyuyoR(uz)



Rüya gibi bir haftasonu olsun.....


4 Ağustos 2010 Çarşamba

AŞ(ı)K olmak üzerine

DeviantArt

Bilmem kaç yaşındasın, düşün.. Ömrünün en karmaşık, anlaşılması en olanaksız zamanını yaşadığın dönemler... İnsanlar var etrafında; konuşan, yaşayan, koklayan, yere basmadan dolaşan, özenmekten içinin eridiğini hissettiğin insanlar...
Aşık olmaktan bahsediyor sürekli birileri, içini gıdıklayan bu cümlenin yaşandığında üzerinde bırakacağı etkileri hayallenip, kendi kendine gülümserken yakalıyorsun kendini. Bekliyorsun, kimselere söylemeden...
Bir adam gelecek sanıyorsun bir kapıdan, elinde sana ait belgelerle. Bütün inanmışlığını ve belki de tüm hayatını ayaklarını yıkayacak suyun içine katacak, gözleri herkesten başka bakan bir kıahraman... Bir hayat kurtarıcısı...
Dizlerini tireten uçurum manzarasında seninle piknik yapacak kadar yiğit, bir gülümsemenle oluşacak gamze kıvrımına sevinç gözyaşı dökebilecek kadar narin, ayaklarının herkesten fazla üşüdüğünü senden önce düşünen ve belki de sırt çantasında sadece sana giydirebilmek için taşıdığı yedek çoraplarıyla seni şaşırtacak bir Don Juan...
Kapılar kapalı, oda zifiri bir yalnızlık içinde boğulurken ümüğüne, bir an gelmeyeceğini bildiğin halde sesli yalanlar söylediğin dinlenmelerinde, aslında bilirsin orada bir yerde gelmesi gereken.

Kafa yormak için, merak etmek ve belki de kafandaki dolaplara yerleşmiş örümcekleri temizlemek için giriştiğin bir etkinlik sonrasında belki; gözlerinde mum ışığı, üzerinde eski bir paltoyla, cebinde sararmış ama yeni fotoğraflarını sana taşımış, yorgun ama umutlu, sevinçli ama tedirgin... ama ille de sana yönelmiş bir adam....

Dünya durdu işte, dönemez bundan böyle...
İzlesene onu, kimseye benzemiyor işte, tam da düşündüğün gibi...

Kimse bakamaz onun baktığı yere o renk gözlerle, öyle uzanamaz kimse acıktığında taş gibi olmuş bir simide, asla hiç kimse güldüğünde oluşamaz gözlerinin kenarında öylesine asil çizgiler...
AŞK bu... Ötesi var mı? Oldun işte... AŞK oldun artık, dönüşün yok...

Kısa süreceğini deliler gibi bildiğin ama tüketmek için içten içe yandığın, görmesen duramadığın, dursan yüreğini tutamadığın bir akıl hastalığıyla yaşamaya mahkum geçiverir günler kolayca.
Hem de ne kolay...!

Zaman geçer, ateş söner... Avucunun içinde bir serçeyi bile doyurmaya yetmeyecek bir kaç inançla kalakaldın mı şimdi AŞK efendi???
Bir kez daha yaşamak uğruna belki de bir ömre arkanı dönebileceğin o duyguyu, bir zamanlar yaşamanın verdiği şükürle gömelk cebine koyar devam edersin bitirmen gereken koşuya.
Koş bakalım koşabildiğin kadar... Dilin dizlerine değimiş, yaşın geçmiş ve iliklerine kadar aç, nereye gittiği belli olmayan yollara vur kendini...

Başka AŞKlaşmalar kandırmacasıyla avut, çaresizlikten gözleri şişmiş yüreğini...
Evlat aşkı bambaşka çünkü; çıkarsız, koşulsuz ve ömür boyu seninle büyüyecek...
Ya diğeri...
Gerçek AŞK...

Son kullanma tarihini takvimden silebilen var mı aranızda??? Kokmadan bulaşmadan, üzerine dökmeden devam edebilen insanlar, size soruyorum:

-Yalan söylüyor olabilir misiniz?
Ben doğru söylemiyor olabilir miyim gerçekten...?




3 Ağustos 2010 Salı

DefoL, Kokarca!!!

Şimdi yazacağım yazıya şaşırabilir, katılabilir, umursamayabilir ya da başka bir tavır sergileyebilirsin. Ama ben o günden beri bu yazıyı yazabilmek için fırsat kolluyorum; zira bunun için kendime söz verdim...

O hazin Cuma akşamı yazlığa gitmek için yola çıkmamla başladı macera... Sıcaktan bunala bunala, etrafa ve insanlara baka baka bitmeye yüz tutmuş yolculuğumun esas oğlanı Büyükçekmece'den hemen sonra bindi dolmuşa. Daha doğrusu, önce kokusu bindi ardından da delikanlı. Bak buradaki delikanlı sözünü yabana atma, öyle kokmak için gerçekten aklını oynatmak lazım çünkü. Benim görüş alanım daraldı ilk önce, buğulandı resimler, irkildim... Baktım tam da yanımda ayakta tutunmuş, hiç oralı olmuyor. Önce acı bir çığlık attım, sonra parfüm şişemi çıkarmak üzere kocaman çantamı silkelemeye başladım. Daha önce büyük çanta kullanıyor olmaktan hiç bu kadar nefret etmemiştim, çünkü bir şekilde, o dağınıklığın içinde herşeyimi bulabiliyordum.
Yok!!! arıyorum, arıyorum bulamıyorum şişeyi...
Allah kahretmesin!
hah, neden sonra buldum ve boca ettim elimin üzerine kullanmalara kıyamadığım parfümümü. Bir yandan da nasıl söyleniyorum görmen lazım.
- Bu nasıl bir koku Allahım? Kokuyu benden başka alan yok mu? Yok dayanamayacağım, kardeş çek bir yere de hava alalım......vs söylene söylene son 5 dakikalık yola giriş yaptım. Öyle demeye kalmadı, arkamda boşalan yere oturdu foseptik arkadaşım...
Üstüne başına baksan kokusuna rağmen, bildiğin insan...
Ama gel gelelim içinde fare ölmüş kendisinin ve sanırım cenazeden haberi yok... Üstünde hep marka kıyafetler, havalar 1500 ortalığa kısık, gizemli ve seksi olmaya çalışan gözlerel bakınıp duruyor. Ben o kadar bağırıp çağırıyorum, hiç üstüne alınmıyor. Hatta mümkün olsa bana destek olacak artık, o kadar kendi üstüne almıyor yani. PES!
Köşeyi dönerken giden arabadan atladım desem yalan olmaz vallahi... iner inmez de beynime giden oksijen havliyle, parmağımı sallaya sallaya şöyle bağırdım:
"Bütün edebi kimliğimi senin için kullanacağım, yazabileceğim her yere konu edeceğim üstümde bıraktığın bu kokuyu, gerekirse robot resmini internette yayınlatıp rezil edeceğim seni her yere"

Şimdi dediğimi yapıyor ve o küflü lahana turşusu kokan arkadaşa bir kez de huzurunda sesleniyorum:
"nasıl bu kadar rahat ortalıkta dolaşıyorsun be kardeşim, yazık günah değil mi evrene? yanından geçtiğin bütün canlıların hayatına son verdiren bu kokuyla dolaşmaya daha ne kadar devam edeceksin? Su mu bitti memlekette? Sabunları mı toplattı padişahlar? burnun küçükken düştü de kendi kokunu mu alamıyorsun? Bu ne sorumsuzluk yahu.... Marka giyeceğim diye bir kez olsun yıkamadığın, rengi kaçmış Adidas tişörtünü Allah kahretmesin senin!
Yazıyı yazarken bile efil efil burnuma gelen kokun yüzünden seni mahkemeye versem, dünya kadar tazminat alırım haberin var mı? Seni kokunla birlikte, en yakın arka bahçeye gömmelerini Yüce Allahtan niyaz ediyorum..."
Ey insanlar, çoluğumuz çocuğumuz, eşimiz dostumuz var, yapmayın ama böyle. Herkes yanındakini uyarsa, dünya daha yaşanır hale gelebilir. Bu sıcak havalarda bu ulvi görevi gerçekleştirecek gönüllü elemanları saygıyla selamlıyorum....

Şeytan diyor ki, yap bir Vodoo bebeği, kapat gözlerini o pis kokarcayı hayal ede ede, batır bütün iğneleri kokan yerlerine... Sahi yapsam tutar mı acaba????
öffff, bak gene aynı koku gene geldi burnuma, yeter ama yaaaa!!!!!

Foto: DeviantArt

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails