31 Temmuz 2009 Cuma

Kaç/a (ma) Mak





Bu haftasonunu sadece kendimi iyi hissedeceğim şeylere ayırarak geçirmek istiyorum. Mesela her zaman yaptığım şeylerle vakit öldürmeyeceğim bu haftasonu, çamaşır yıkamak için makinenin sınırlarını zorlamayacağım mesela, ya da ütü yapmak için 2 saat terapi yapmak zorunda bırakmayacağım kendimi...

Saatlerce uğraşıp değişik yemekler yaparım belki Can'a,
belki de RüzGar'ımla küveti doldurup çocuklaşırım birazcık.
belki okumadığım yarım kalan kitaplarımı toparlayıp utanç içinde okumaya başlarım yeniden! Davet düzenlerim belki arkadaşlarım için,
belki ben bir davete katılırım belli mi olur?
Saçımın rengini değiştiririm belki, belki de kaşlarımı inceltirim biraz daha..
Belki yeniden aşık olurum kocama, belki anneliği bir daha keşfederim...
Yardımım dokunur belki birilerine,
belki istemeden kötülük ederim sevdiklerime...?
Aramadığım dostların listesini yapıp, rehin ederim belki telefonlarda, belki de kapatırım bütün telefonları sessizce...
Belki bunalıma girer ağlarım, belki içer içer oynarım...

Belki biter bu kirli yapışkanlık..
Belki hiç durmadan gülerim!?
yeniden doğarım belki küllerimden, belki de silerim herşeyi geçmişimden...
BELKİ DE...................?!

30 Temmuz 2009 Perşembe

Bir Geçiş Faslındayım......


Bir fena hallerdeyim, anlatılmaz bir yerdeyim... Kimi arasam, kime anlatsam derdimi diye düşüncelerle cebelleş olurken baktım ki, birçok dost bloğunda aynı şeyleri paylaşmış. Bulaşıcı hastalık gibi yayılan bu sıkıntı hallerinden kurtulmanın yolu nedir bilen var mı acaba?
Bir insanın canı bu kadar mı hiçbirşey yapmak istemez ...?

Korkutucu.....
ve hatta devam ederse tehlike verici.....
Nereye dönsem sıkıntı, nereye baksam hüzün....

Aldığım halde bana bile yetmeyen nefesimi nereye kadar tutabilirim ki? Nereye kadar direnebilirim içimde çırpınıp duran karanlığa?
BaLLımı düşünerek geçiştirdiğim bu fenalık zamanlar nasıl defolup gider peşimden?
Biri bunu durdursun lütfen.....!
Lütfen...!

28 Temmuz 2009 Salı

Teşekkür EdeRim Tanrım.....


Nerden bilebilirdim ki oğluma doğru çıktığım yolculuk sonum olabilirdi? O an sadece "RÜZGAR" diye bağırmak ve "Allahım lütfen bana, onu biraz daha görebilme şansı ver" demek dışında birşey yapamadım. Hayatın gerçekten de görünmeyen ipliklerle bir yerlere bağlı olduğunu anlamak için böyle kazalara atlatmak gibisi yoktur. Genelde hiç ölmeyecekmişiz gibi hareket edip, kendimize herşeyi dert edinip bu tür kazaları atlattıkça ya da yakınlarımızın ölüm haberlerini aldıkça silkelenip, yaşamın tadını çıkartmayı deneriz. Bana da öyle oldu işte....
İş yerinden her zamanki saatte çıktım, Can beni aldı Kumburgaza gideceğiz (baLLIm'a) ama önce büroya uğrayıp faksları çekmeliyim dedi Can. Avcılar'dan Firuzköy sapağına döndük, elimde şu diyet bisküvilerinden var, geveleniyorum. Çok yavaş gidiyoruz ve şükürler olsun kemerim takılı.
Bir tır yanaşmış yolun sağına (!) ters yönde olduğu yetmiyor gibi bir de park halinde kaldırım önünde yükleme yapıyormuş (daha sonra öğrendik) Kapısı birden adamın elinden kurtulmuş ve GÜMM, ŞANGIRRRRRRR................. Ön camdan içeri girdi koca tırın arka kapısı........ Üstüm, başım, önüm, arkam, sağım, solum sobelendi. Her yerim cam parçası, hatta ağzımın içi, kulaklarımın ve burun deliklerim.. İki saniye kadar algılama güçlüğünden sonra çığlıkla ağlamaya başladım, bir yandan da Can'ımın iyi olup olmadığını kontrol etmeye çalışıyordum. Tanrım, bu bir kabustu ve bir türlü uyanamıyordum. Karabasan üzerime kamp kurmuş gibiydi ve sesim çıkmıyordu bağırsam da... Zaten 3 gündür ağrıyan belimi ve sırtımı artık neredeyse hiç hissetmiyordum. İndik arabadan, herkes yardıma koştu. Su içirdiler bana, ne zamandır yerini bildiğim ağzım yer değiştirmişti sanki, bulmakta güçlük çekiyordum. Gerisini tahmin edersiniz, polisler, tutanaklar, servisler.... Ben can havliyle oğlumun yanına atıverdim kendimi, eve gittiğimde uyuyordu, o uyanmadan yıkanmalı , temizlenmeli cam parçalarından kurtulmalıydım. Duaşa girip durdum öylece, ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Bana iyi kullanmam için verilen bir zaman dilimini kazanmış biri olarak seçilmiş olduğumu bile düşündüm. Birden deli bir çığlık, çılgın bir ağlama sesi... OĞLUM.... O nasıl bir ağlamaktı Allahım, kolay kolay hafızalardan çıkmayacak bir sesi 16 aylık bir çocuğun nasıl çıkarabildiğine inanamazdınız. ben kapana kısılmış, kendiliksiz... Annem duyana kadar ne kadar geçti bilmiyorum ama ciğerleri patlamıştır heralde diye düşündüm siz hayal edin. Annemin sesini duyuyorum
- bitanem benim, rüya mı gördün sen? bak herkes burada, uyan hayatım. Yok bişey anneanneciğim, nolur uyan, aç gözlerini bak.....
yok... Ağlamaya devam ediyor güzeller güzelim içine doğmuşçasına.... Nasıl attım kendimi odaya bilmem, hemen aldım kucağıma kokladım, sardım sarmaladım. Sakinleşti(k)...
Birden sanki bütün dünya renkleri değişti, birbirinin içine geçti.. Siyahlar morardı, kırmızılar turunculaştı, gökyüzü ilk defa kahverengi... Başka bir boyut yaşanası olmuştu bizim için...
Derin bir nefes aldım,
önce oğLuma,
sonra Can'ıma baktım...
-Teşekkürler Tanrım.......


27 Temmuz 2009 Pazartesi

Elif'in DOST'u...



Bir akşam vakti çıktı geldi Dost hayatıma. Ne kadar önceydi, kaç mevsim geçti üzerinden, zerre kadar önemi yok. Gelmesi gereken zamanda geldi. Bir akşam vaktiydi. Akşam dediysem lafın gelişi biraz da, yoksa ne ılık bir günbatımı sözünü ettiğim, ne geceye evrilen bir alacakaranlık. Zifiri, kararmış içim.

Vurmuşum dibe. Dip soğuk, dip sağır, dip yalnız, dip bir girdap çektikçe içine alan. Ne zaman nasıl bu kadar hızlı indim acaba oraya, bilmiyorum, bilmeyi istemiyorum. Çıkmak gelmiyor içimden. Devinmek, debelenmek, uğraşmak, hatta konuşmak bile... Dondurmak istiyorum içimi, donayım ki hissetmeyeyim ne acı ne sevinç. Ama donduramamışım besbelli ki sürekli bir sızı içimde. Bir labirent "depresyon" dedikleri, çıkış yollarını bilsen dahi bulmak istemediğin.


Gelirken kaybolmayayım diye yol boyu serpiştirdiğim bütün ekmek kırıntılarını evham kuşları yemiş kıtır kıtır, labirentin içinde kaybolmuşum bir başıma. Kelimelere bile kalmamış tutkum ya da ilgim. Ya da ben öyle sanmak istiyorum. Ömrü hayatımda ilk defa yazıdan soğuyorum. Bir kozanın içindeyim ki çıkmak istemiyorum. Ve işte o dönemde, yani etrafıma umutsuzluktan perdeler çekip üzerime endişeden battaniyeler örttüğüm, kaybolduğum, kahır olduğum, görünmez olmak istediğim, alabildiğine asosyalleştiğim, en sevdiğim arkadaşlarımı bile görmeye tahammül edemediğim, münzevileştiğim, beynimin mağarasına çekildiğim o günlerde, gönlümün kapısında bir tıkırtı duydum. Israrsız ama varlığını belli eden bir tıkırtı, açmamak ne mümkün kapıyı ona. Bir de bakıyorum ki karşımda.


Dost. O gelmiş.


Dost'un gözleri iki hudutsuz deniz, dalga dalga aşkla bakıyor cümle aleme. Karıncaya da öyle yaklaşıyor Sultan Süleyman'a da. İnanamıyorum bunca saf, böyle som bir aşkla bir insanın, tüm bir varoluşu kucaklayabileceğine. İnanamıyorum sadece metinlerde kaldığını sandığım o tasavvufi özün hakikat olabileceğine. Dost bakıyor bana. Ben zırıl zırıl ağlıyorum. O bekliyor. Ben hep ağlıyorum. 40 gün 40 gece durmadan ağlıyorum. Elem ve yeis soluyorum. Elem ve yeis görüyorum. Ne gecem kalıyor, ne gündüzüm; ne dünyevi kalıyor ne uhrevi. Zaman dediğin bir daimi an'dan ibaret sadece. Dem bu dem. Dem bu dem. Dem... Dost hep yanımda duruyor. Bol bol kağıt mendil tedarik ediyor bana. Ne ayıplıyor ne yargılıyor ne nasihat ne ders veriyor. Kayarsam düşmeyeyim, düşersem kırılmayayım diye yanımda duruyor sadece.


Evsiz barksız pejmürde bir haldeyim sanki. Dost yanında sığınak getirmiş bana. Oraya uzatıveriyorum başımı. Ben ne kadar dağılmışsam, nasıl sarsılmışsam da, Dost alabildiğine düzenli, sabırlı, titiz ve dingin. Ben ki panik atak uzmanıyım, pişmeden yemeyi severim bilgi tanelerini, alır alır açlıkla indiririm gövdeye, bilgiyi severim, oysa Dost başka bir epistemolojiden besleniyor, o alim. Onda bilgi pişmiş, sindirilmiş, hamlıktan çıkmış. Yanında dururken fark ediyorum aramızdaki kontrastları. Suyu çekilmiş bir ağaç gövdesi gibi kuru hissediyorum kendimi. Oysa Dost bitimsiz bir devr-i daim görüyor her yerde, dinmeyen bir diyalektik, "nefretin olduğu yerde unutma aşk da var, şiddet de kötü de aynı resmin parçaları, aslolan safi aşk, ah min-el aşk, her fiilde failin kim olduğunu bilene, gönül gözüyle bakabilene..." diyor sadece. Dost'a bakarken, onu dinlerken kendi kendimle didişmeyi, boşlukla mücadele etmeyi kesiyorum ömrümde ilk defa.


Ben ki hep otoriteyle, hiyerarşilerle kavgalı oldum. Adalet ve eşitlik inancıyla, kimseyi kahramanlaştırmamak gerektiği çıkarsamasıyla fersah fersah uzak durdum her türlü hiyerarşik insan ilişkisinden... ama Dost ile aramda hiyerarşi yok ki. "Çemberde hiyerarşi ne mümkün," diyor bana. Kıymetli bir özmüşüm gibi davranıyor varlığıma. Tebessümüyle onanıyorum. "Sahi bunca çirkef içinde bile umut var mı?" Olmaz olur mu, diyor Dost. "Umut hep var... İnsanlık hep var..." Dost'un gözlerinin aynasında ışıldıyor kainat.


Elif Şafak
----------------------------------------------------------------------------------
NOT: Bu yazıyı benimle paylaşan DOST'uma teşekkürler.....
Bana her zaman DOST olan eşim, küçük DOSTum baLLı baDemim iyi ki varsınız....


20 Temmuz 2009 Pazartesi

İşte KaRadeNiz bekLenenLeri...

Evet, biliyorum çok beklettim.. BaLLım'la vakit geçireyim, hasret gidereyim; ZuhaL Olcay' dan bahsedeyim, tanışayım, röportaj koparayım derken neredeyse bir ay geçti bu yazıyı yazmak için :/ kusuruma bakmayın artık. Hem zaten fotoları iş yerindeki PC ye yüklemek bile çok zamanımı aldı (sonuç harika oldu tabii) fotolar o kadar güzel ki ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız. Bu başarılı fotoları çeken arkadaşımız Ferhat KALA' ya yine sonsuz teşekkürler.
5 arkadaş çıktığımız yolculuğun rüya gibi geçeceğini biliyorduk ama bu kadarı kimsenin aklına gelmemişti. İstanbul gibi bir şehirden sonra her yer bize güzel gelebilecekti ama gördüğümüz manzara karşısında cennetin bu dünyada da var olabileceği düşüncesine kapıldık ister istemez.
Önce Trabzon'da aldık soluğu, ben tabi içim burkularak indim uçaktan. Bir yanım hep eksikti çünkü BaLLımı annemle bıraktığım için. Trabzondan Maçka' ya giderken kaç kere dehşete düştüğümüzü hatırlamıyorum güzellikler karşısında. Nehir kenarında yaptığımız kahvaltı ağzını sulandıracağı için ayrıntıya inmiyorum.
Derken Sümela' da aldık soluğu... Allahım, o nasıl bir güzellikti. Rahibelerin o manastırda neler hissettiğini düşünmek hiç de zor olmadı açıkçası :) o gece bir aile pansiyonunda harika bir evde kaldık. Eşimin doğum gününü kutladık hep birlikte (28 Haziran gecesi dokunaklı bir konuşma yaparak hediye işini ört bas etmeye çalışmamı saymazsak gayet güzeldi)
Sabah uyandıktan sonra, kiraladığımız arabayla dooooğru Ayder' e gittik ve ağaç evimize yerleştik. Evin etrafındaki manzara akıllara durgunluk verecek cinstendi.
Yukarı Kavron Yaylası' na çıkarken kaç kere durup çiçek kokusuna indiğimizi hatırlamıyorum inanın. Bir çiçekçi dükkanının bile öyle kokabileceği aklınıza gelmez. Her yerde akan sular, çağlayanlar, yemyeşil orman, ciğerleri yakan oksijen.... Yani kısacası İstanbul'da olmayan herşeye rastlanabiliyor Karadeniz'de. Yukarı Kavron çok şirin bir yer ve sis topağının içinde kalıveriyorsunuz aniden. Kaç saat yürüyüp de oralardan daha yukarı çıktık ve bunu neden yaptık hiç hatırlamıyorum. Tamamen doğanın büyüsüne kapıldık, sürü psikolojisiyle hareket ettik.
Eşlerimizin iştahının 10 kat artması dışında endişelenecek birşey yoktu o zamana kadar :)) guymak üstüne guymak yendi sofralarda (Biz yiyemedik doğrusu) eve döndüğümüzde bile eşim küçük bir tereyağ topağı gibi kokuyordu inanır mısınız? :))
Bir sonraki gün Ovit Yaylasına bulutların da üzerine çıktık ama bütün macera Soğanlı dağında başladı. Bayburt dönüşü (bunca gezmek arasında dost ziyareti kusur kalmasın diye oraya da gittik) saat gece 21.30 civarında uçurumlu patika yolundan, neredeyse ağlaya ağlaya çıktığımızda inişin daha da korkutucu olabileceğini düşünememiştik ve bu kabus 4-5 saat sürdü. Yaşadığımız dehşeti anlatmamın imkanı yok :( bu konuyu kısa tutmak istiyorum, zira aklıma geldikçe çocuğumu bir daha göremeseydim napardım düşüncesine kapılıyorum :/ o derece yani...
Gezimizin son durağı Uzungöl'dü ve beklediğimizin dışında birşeyle karşılaştık. Kaldığımız ev harikaydı ama doğasıyla oynanmış, farklı düşüncelerle yaklaşılmış bir manzara görmek onca güzellikten sonra bizi yıktı diyebilirim. Son durak Trabzondu ve bir haftalık macera böylece sona erdi.
Anlatmakla başa çıkamayacağım bir sürü olayı ve konuyu es geçmemin nedeni sizi sıkmamak.. Yoksa oku oku bitiremeyeceğiniz bir yazı olurdu Karadeniz. Bence yazmak yerine sizi fotoğraflarla baş başa bırakmalıyım....

Bu geziden çıkan yorum: Kimse çocuğunu bırakıp geziye falan gitmesin, cennet gibi yerler de görseniz BaLLınız yanınızda olmadıkça herşey boşşşşşş :/


Karadeniz Bed@rdem'i... :))


Kocaların en BaLLısı...



Zilkale...




Ayder' deki evimiz desem....!



Nasıl bir deliyim ama ben yaaa...? :)))


Hamsiköy'de sütlaç molası...



Sümela...




Gezginler...



17 Temmuz 2009 Cuma

Yaşamak şakaya Gelmez...

Canımın gülen yüzü; güzeller güzeli oğlum...
Ne olursa olsun yaşayacaksın senin için seçilenleri, yön veremeyeceğim hayat pusulana.. Engel olamayacağım yaşayacaklarına... Doğururken, evlatlarının bütün yaşanası yükünün omuzlarında taşımayı göze alıyor bütün anneler. Bile bile, göz göre göre bu hem mucizeler serpilmiş, hem de mayınlarla dolu hayatın ortalık yerine salıvermeyi içine sindirmek adına çaba sarfediyor hemen hepsi. Çaresiz ama mecbur...
Keşke engel olabilseler kanayan diz yaralarına, ağaçtan düşüp kafasını yarmasına, kırmızı ayakkabılarını yağmur giderine kaptırmasına, ilk aşkının canını acıtmasına, tüm sınavlarda yaşadığı sıkıntıya rağmen başaramamasına, reddedilmesine, yalnız bırakılmasına, dostları tarafından satılmasına, patronlarının azarına, kendi kendine ağlamasına.....
Engel olabilse bütün anneler çocuklarının bütün mutsuzluklarına..... Bu hayatta mutsuzluk nereye saklanırdı acaba?
Çok güçlü ol bitanem... Öyle güçlü ol ki, eğilsin bütün acılar dizlerinin dibinde....
Elinden gelenin de fazlasını başarabilmeni diliyor bu korku dolu ama sana güvenen yüreğim. Bugün bu bilinmezliğin içinde kendine bir dikiş tutturabilmişse her insan, sen daha da ileriye gidebilmeli, annenin de önüne geçmelisin.
Kısaca büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın... Hem de öyle laf olsun diye değil,yani bütün işin gücün yaşamak olacak...



Biriciğim, sen benim yaşam kaynağımsın.
En tatlı sığınağım.
Hayata bağlayanım.
Bağlan sen de hayata...



14 Temmuz 2009 Salı

Belki iLe keŞkenin kaVgası....

Tarih : 10.07.2009/Cuma
Yer : Kuruçeşme/ Arena

KişiLer :Yasemin , Buket, bed@rdem

OLay : ZuhaL OLCAY konseRi

Ne anlatılacak gibi aslında yaşadığım duygu, ne de anlayabileceğiniz kadar basit! Ömrüm boyunca saçından tırnağına kadar sevmekten asla bıkmadığım bu nev-i şahsına münhasır mükemmel kadının karşısına çıkmayı nasıl becerdiğimi sizinle paylaşmadan olmazdı.
Senelerce seversiniz bir insanı, senelerce sizden haberi olmaz, o nerede olsa orda durursunuz
görebilsin diye ama sizi görmesine imkan yoktur hani. Ben onlardan biriydim sadece ve benim gibi belki yüzlercesi vardı, biliyordum. O yüzden onu gördüğüm yerde sadece sessizce yutkunup, hayranlıkla izledikten sonra, boğazımdaki yumrularla başa çıkabilmek için derhal eve dönerdim.
Bilemezdim ki bu konser, bu defa ayaklarımı yerden kesmeye sebep olabilecek!!!
Konser günü koştura koştura yetiştiğimiz alanda ilk göze çarpan şey elbetteki gökyüzünü ikiye, benim ruhumu milyonlara ayırmayı başaran şimşekler oldu. Hem akıl almaz bir şekilde korkudan titriyor hem de konsere yetiştik diye Tanrıya dua ediyordum ki..... O ses.... Ahhhh o ses! hani derler ya yaprak döker bir yanım, bir yanımsa bahar bahçe :) şimşek bir yandan Zuhal Bir yandan beni sarıp sarmalarken ben de sakinleşmeye çalışıyordum. Ara verildiğinde ne kadar zaman geçtiğini anlamamıştım bile.
Yaseminciiiim;
- "hadi kulise gidelim, senin dergiden bahsedip belki röportaj randevusu alırız, başka türlü senin bunu yapmana bu gidişle imkan yok"
Bed@rdem (yani ben)
- "deli misin sen arkadaşım, benim orada cümle kurabilmem için bir yüzyıl daha geçmesi lazım. Mümkün değil, ya görüşmeyi kabul ederse ve karşı karşıya geldiğimizde bir yerime iniverirse?"
Buket;
- "bence bu fırsatı değerlendirip seni onun karşısına çıkarmalıyız, yürü bakalım"
Allahım nasıl olacaktı bu? kulisin önünde durduk, sevimli bir güvenlik görevlisi (İbrahim ismini taktığım ama sonradan isminin Murat olduğunu öğrendiğim sempatik insan) durdurdu tabii. Ama benim iki hırslı arkadaşım ne yapıp edip asistanını çağırtmayı başardı ve konser çıkışı görüşmeyi kabul ettirdiler.
Ben mi? Ben o esnada hiçbir şey hatırlamıyorum inanın... :/ konsere geri döndüğümüzde parmak uçlarımda başlayan ve git gide büyüyen bir uyuşma vardı her yerimde. Son şarkısı "Güller ve Dudaklar" da güller yağdırdı seyircilerinin tepesinden ve ben birini yakalama refleksinde bulundum çok şükür.
Elimde gül, kulisin önünde buldum kendimi son parçadan sonra.. Ak sakallı bir dede bizi ışığa doğru çağırdı bir müddet sonra (meğer kır saçlı bir abi güvenlik şefiymiş) kafamı kaldırdığımda Zuhal Olcay ın dinlenme odasının önünde adımı söylemeye çalışıyordum,ama bir türlü ağzımı büzüştürmeyi başaramıyordum.



Derkeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen, O çıktı kapıdan.... Sanki nurlar saçıyordu etrafına, elinde bir bardak portakal suyuyla gülümsüyordu. Ben kalakaldım elbette ki, nice sonralaraı arkadaşlar kendisine beni gösterdiler. Konuşamadığımı ama kendisine karşı duyduğum sevgiyi anlatmaya çalıştılar, ben sadece baktım. Öyle sıkı, o kadar içten sarıldı ki nefesim kesildi sandım.
-" aslında dakikada 1600 cümle kurabiliyr, seri bir şekilde yazabiliyorum. Nasıl oldu da lal oldum anlamıyorum" dediğimde çok güldü ve sanırım acıdı halime. Biraz sohbet etti benimle ama hayal meyal hatırlıyorum desem yalan olmaz... Uzun uzun ve yakından izleme fırsatı bulmuşken ben tadını çıkarıyordum gördüğüm tablonun. Gülü verdim, öptüm veda ettim... Asistanıyla haberleşeceğimizi söyledikten sonra uçarak oradan uzaklaştık.
NOT: bu arada hiç foto çekmediler mi diyecek olanlarınız varsa sakın demesinler. Zira hayatımda belki de bir defa yakalayabildiğim bu fırsatı fotoğraflandırmayı başaramamış arkadaşlarımı öldürmek zorunda kalabilirim. Offf ya.... hepsi mi bulanık çekilir?
Neyse dünden beri randevu için aramaya çalışıyorum... Elim her telefonu gittiğinde hep aynı sesleri çıkarmaya başlıyor ağzım;
-"eueeeueu, şeyyy.eeueuuuu"
Bir türlü nasıl konuşacağımı bilemiyorum...
Cesaretimi toplayıp arayabildiğimde haber veririm, tebrik edersiniz olur mu?
Ha tabi bir de aradıktan sonra, O'nunla röportaj yapabilmek için terapi görmem gerekecek :))


10 Temmuz 2009 Cuma

Çok Mu güZeL ???



Güya ne zamandır beklediğim Karadeniz turunu anlata anlata bitiremeyecek, hepinizin ağzını sulandırana kadar uğraşacaktım? Gel gelelim BaLLımla vakit geçirmekten fotoları ekleyip iki satır yazamadım, ayrılamadım kuzumdan... deeerrrken bugün anneannesiyle Kırklareline gidiş haberini duyup yeniden yıkıldım :( bu çocuk benden de gezenti çıktı. Yaza yaza bitiremediğim hasretimden içiniz şişti biliyorum ama yapacak bişey yok, benim oğlumun gezme ayarları bozuldu bu sıralar :)
Sıcaktan duramadığımız şu bir kaç gündür havuzundan çıkaramıyoruz Paşamı, o kadar işe yaradı ki küçücük havuz inanamazsınız. İnanmanız için sizi fotolarla başbaşa bırakıyorum... Tadını çıkarın..

Artık bazı zamanlar hissiyatımı anlatmakta zorlanıyorum (hem de ben!!)


Bana mı bu kadar güzel, yoksa hakkaten bu çocuk çok mu güzel daha çözemedim.


(Maşallah deyin millet, zira iyice batıl oldum ben BaLLım sayesinde :/ )






6 Temmuz 2009 Pazartesi

BuraLardayım....

Geldim nihayet....
Özlemekten direği kırılmış burnumu da yanıma alıp döndüm mis kokulu, yeşil Karadeniz'den. Oğlumu bir daha bırakıp bir yere gider miyim bilmiyorum (büyük konuşmamak lazım) ama bırakırsam kesin bu defa kliniğe yatırırlar beni. Bu nasıl bir hasretti anlamadım arkadaş! Bu nasıl bir yürek sızısı, nasıl bir tanımlanamaz eksiklik... Delirmek işten bile değildi, delirmeden dönmeyi başardım (daha da korkuncu ben öyle sanıyorum) hemen atladım BaLLımın üzerine, yedim yedim doymadım.

Karadeniz ile ilgili herşeyi yazacağım sabırlı olun, önce şu hasret giderme işini halledeyim müsaadenizle. Zira akıl yönünden fukara kalmak üzereyim :) Nasıl büyümüş, nasıl serpilmiş Yarabbim. Dünya kadar şey öğrenmiş anneannesinden. Bambaşka bir çocuk karşıladı beni sanki, abisi de varmış da benim haberim yokmuş gibi. OOOf bir de güzel olmuş inanır mısınız?



Neler neler yapabildiğine annesi olmama rağmen ben bile inanamadım. "anne" demeyi öğretmiş annem ben gelmeden, süpriz yapmak istemiş. Bizimkisi anne yerine "anTe" diyebiliyor ama benim aklımı oynatmama yetti, tahmin edersiniz :) her söyleneni anlayabiliyor ve konuşamamasına rağmen herşeyi anlatabiliyor. Bu çocuklar tam bir mucize örneği gerçekten. Hepsini yemek lazım... Ben saat geçirmeye çalışıyorum Ballımı yemek için, size de afiyet olsun :))

Allahım kimseleri Ballısından ayırma...
Amin...


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails