27 Ekim 2010 Çarşamba

ANNeM'e.....





Bendim çektiğin acıların bütün kaynağı diye öğrettim kendime daha çok küçücükken... İnandım hemencecik. Doğam buydu benim, istedim. Daha ben bir çocukken üzülüp ağladığında tuhaf bir şekilde bana bakardın, anlardım. Doğam buydu benim, o yüzden anlardım... Ama sen de çok iyi anlatırdın ne yalan söyleyeyim bir bakışınla...
Daha ilk başlarda seninle değil, hayalinle konuşmaya o kadar alıştırmıştım ki kendimi, sen seninle ilgili düşüncelerimi hiçbir zaman tam olarak bilemedin. Benim yerime yapıyordun herşeyi, böyle alıştırmıştın. Yaşama sebebim derdin, inanırdım. Doğam buydu çünkü.
Asla geçmeyeceğini, hiçbirzaman bitmeyeceğini düşündüğüm gecelerde, hayalin olan arkadaşıma saatlerce anlatırdım iç yaralarımı. Senden yana tasalarımı, sana olan hastalığımı. Hiç konuşmadan duruyor olmasından sebep, hiç kavga etmezdik senin olan hayalinle, normalden öte; rahatlardım.

İçi boşaltılmış oyuncak bir ayı çaresizliğinde, benimle oynamanı beklediğim çaresiz zamanlarda ne çok oyun isteyen sendin aslında; oynardım. Doğam bunu gerektirirdi çünkü, ben isteneni yapandım. Herşeye değerdi yanımda olacağını düşündüğüm beş saniyeye...

Salya sümük çocukluğum, birşey anlayamadan giden gençliğim, hemencecik gelen kadınlığım, 33 yaşım, çalışarak başarmaya çalıştığım anneliğim ama en çok sana layık olmaya adanan evlatlığım bana hiç ağır gelmedi şimdiye kadar biliyor musun, ne yaşanırsa yaşansın?
Sen yaşanmamış zamanlarını yaşa diye görevlendirilmiş bir elçi edasıyla, dağ gibi taş gibi yanında olmaya çalışan o küçük kızının tek isteğiydi çünkü, mutluluğun...

Edebildim mi? Bilmiyorum....
Hala emin olamıyorum biliyor musun, bunca çabalamama rağmen çıkarabildim mi seni kendine yaşattığın o karanlıktan.
Adanmış bir ömürden söz ediyorum ilk defa, bilmem dikkatini çekti mi?
İlk defa söylenen özgür cümlelerim ilgini çeker mi bilmem!

Bugün neyi fark ettim biliyor musun anne???
Ben hiç kendi hayatıma içerden bakamamışım, senin gözlerin olmaktan.
Hiç mutlu muyum diye sormamışım, sen mutlu gör diye oyun oynamaktan.
Hiç plan yapmamışım kendimne dair, senin planlarını bozarım korkularından.
Hiç özgür olamamışım,
Hiç hayal kurmamışım,
Hiç gitmemişim,
Hiç ağlamamışım,
Hiç YORULMAMIŞIM...

Kendimi bir oyunun içine öyle hapsetmişim ki,
Hiç anlamamışım....

Şimdi ne desem faydası yok biliyorum, çünkü doğam bu benim... Senden birşey isteyemem!

Ben söylemesem yine,
ama bu sefer sen fark etsen......!

Olamaz mı?






20 Ekim 2010 Çarşamba

Yanımda sen, Aklımda Sen...

Bir gece,
Gecede bir uyku..
Uykunun içinde ben..
Uyuyorum,
...Uykudayım,
...
Yanımda sen.

Uykumun içinde bir rüya,
Rüyamda bir gece,
Gecede ben..
Bir yere gidiyorum,
Delice..Aklımda sen.

Ben seni seviyorum,
Gizlice..
El-pençe duruyorum,
Yüzüne bakıyorum,
Söylemeden,
Tek hece.

Seni yitiriyorum
Çok karanlık bir anda..
Birden uyanıyorum,
Bakıyorum aydınlık;
Uyuyorsun yanımda.
Güzelce..

Özdemir ASAF





15 Ekim 2010 Cuma

Müşfik Kenter'i Dinliyorum Gözlerim Kapalı........


Hayatımdaki belki de en heyecanlı zamandı benim için.. Geceden uyumakta zorlandığımı söylemeliyim... Günlerce finale hazırlanan bir öğrenci edasıyla çalıştım dersimi... Hiç durmadan!

Ödev zor, konu ağır, hoca zorlu.... Vay halime! Düşünsene çocukluğum, gençliğim, orta yaşım... Herşeyimde ondan bir iz, ondan bir ses, ondan bir nefes var.

1 senedir bu anın peşindeyim... Yeter ki yüzünü göreyim, iki kelam edeyim derdindeyim...
Nihayet 1 sene sonra, mucize gerçekleşti :)
Oradaydım, tiyatroda...
Bir Garip Orhan Veli provasındaydı eşi işe birlikte, beni de davet ettiler. Koşarak gittim, (uçarak)!
Hani derler ya, bir şeyi ne kadar çok istersen o kadar olmaz diye.. O kadar uğraşmama rağmen, yağmur yüzünden geç kaldım :( kahrımdan, ömrümün yarısı gitti yollarda...
Gittiğimde beni bekliyorlardı.. Çoğul kullanıyorum çünkü bütün tiyatro beni 40 yıldır tanıyormuşcasına karşıladı kapıda. Elimde çiçekler, şaşkınlık içinde öylece kalakaldım...

Tiyatroda kurulmuş 30 senelik dekor bile beni bekliyordu sanki!!!
Özür dileyerek girdim içeri, yüzüm kızarık... Onların suratında son derece samimi bir gülümseme....

Dekor olarak kullanılan masanın üzerinde kişisel eşyalar, sıcacık bir çay...vs; hemen bana yer açtılar ses kayıt cihazı, dosya ve çanta için. İlk cümleleri;
"sıcak birşeyler içer misiniz?" oldu... Halbuki, oradaki en sıcak şey onlardı, farketmediler...






Sorular sordum, aklım yerinde değil..
"Daha önce hiç bu kadar mavi bir bakış görmedim" diye düşündüm kendi kendime. Böyle bir ses tonuyla kullanılmamıştı adım...
İnanır mısın bilmem ama, adımı ağzından ilk duyduğumda heyecandan ayağa kalktığımı hatırlıyorum hayal meyal :))

Anlattıkları beni başka başka yerlere götürdü; tarif ettiği herşeyi ve herkesi gözümde canlandırmaya çalıştım birer birer... Arada sırada sustum büyüyü bozmamak için.. Bazen de durmadan konuştum içimdeki kendisini anlatabilmek için.
Öğrenmek istediğim ne çok şey vardı ve ne kadar normal anlatıyordu bu kadar dolu bir ömrü..!
"63 senedir sahnedeyim, daha öğrenecek çok şeyim var" dediğinde utandım.
Sadeleştirdi bütün başarılarını, mütevazılığı arşa değecekti neredeyse, önünde eğildim..







1932 doğumlu bir adam...
1947 den beri sahnede...
1980'den beri Bir Garip Orhan Veli...
Binlerce oyun oynadı...
Yüzlerce seslendirme...
"İyi bir insan olmazsanız, iyi bir oyuncu olamazsınız" diyerek yetiştirdikleri şimdi sahnelerde...
ALKIŞLIYORUM....

İnsana kendi kendine şu soruyu sorduruyor böyle bir sohbet:
"sen ne yaptın bu zamana kadar?
iyi bir oyuncu olamadın belki, peki ya iyi bir insan????"





13 Ekim 2010 Çarşamba

Gün Sarı,Saat Huzur...

Böyle havaları ne kadar sevdiğimi daha nekadar anlatayım bilemedim...
Hava puslu, ben mutlu!
Hava güneşli ben kederli!!! Bu kadar basit işte...

Ama farkındaysan bugün daha da farklı havanın rengi... SARI...!
Öğleden sonra dışarda dolaşırken, buram buram gençliğim koktu ortalık. Hani şu okul zamanlarında, böyle havalarda kırdığımız ders saatleri kokusu vardı ya. Yapacak şey bulamadan dolandığımız, alıştığımız sokak aralarında uçuşan kahkahalı saatler, biraz hüzün, belki taze yaşanan bir yalnızlık... Ne çok aşk!!!!

Şimdi oturmuş penceremden o sarı yalnızlığın gökten ince ince yağışını izliyorum... Zaman değişmiş olsa da, aynı günlerin içine sıkışıp kalmış bir roman karakteriyim sanki, kimsenin haberi yok. Neler geçiyor aklımdan halbuki :)
Çok beğendiğim ve bir türlü benim olmayan kırmızı rugan pabuçlar; bizim çocuklarla yaptığımız futbol maçında kafama isabet eden ve beni yerle yeksan ederek kafamı kanatan eski, yırtık top; Özgürlük Meydanına yakın kurulan kitap sergisinde denkleştirmeye çalıştığım bozuk paralar; en sevdiklerimle soğuk bir bira içimine kaçtığım, o eski püskü ve leş kokulu küçük mekan; sabahları sıcacık böreğini bizden esirgemeyen Yahya Abi; bir ara çok heves ettiğimiz ama bir sayı bile çıkaramadığımız hayali dergimiz........

İç çektim kendi kendime gülümseyerek, hala kimselerin haberi yok...

Hayat güzel aslında, nasıl yaşadığına bağlı...

Ben anlıyorum ki gülümseyeceğim bir sürü anı biriktirmişim anı kutusunda. İsterim ki canımın gülen yüzü baLLım da hayatında hep iyilerle karşılaşsın, O'nun da heybesi hep gülümseyeceği anılarla dolup taşsın.

Ben bugün nostalji yapıyorum arkadaş! Beni seven peşimden gelsin madem :)))

UNUTMADAN: Bu akadar eskilerden bahsettiğimize göre, duruma göre şarkı çalmadan olmaz.. O zaman buyur bakalım :)))))





sevgiyle....





12 Ekim 2010 Salı

Çiçek, Böcek, Mutluluk.....


Uzuuuuun, çok uzuuuun zamanlar geçirdik birlikte burda :)
Sinirli, hüzünlü, şımarık, komik, etkileyicei...vb dünya kadar yazı yazmışım şimdiye kadar, sen de takip etmişsin Allah razı olsun :)

Hiç bugün olduğu kadar umutlu hissetmemişim demek ki kendimi şimdiye kadar.
Dünya kadar plan, proje var kafamın en gizli köşelerinde. Tilkilerin kuyrukları birbirine düğüm oldu da ben bile çözemiyorum, düşün o derece... :)

Herhangi bir sorun karşısında güçlü durmaya çalışsam da mutlaka bir yerlerden hava kaçırırım ben. Bakma öyle dağ gibi, taş gibi gözüktüğüme... Kendi kendimi hasta edene kadar düşünür (hatta bazen hasta eder), içimde yaralar açıncaya kadar büyütürüm olayı kafamda. Kimselere belli etmeden tabii... Sonra pat! diye ufacık bir gelişme oluverir, haydaaaa al başına belayı!!! O kadar zaman boşu boşuna abarttığımla kalakalırım.
Eh, bir sor be kardeşim.. Git bir bilene danış ya da dağıt kafandaki bulutları biraz oluruna bırak!!!
Olamaz, olabilemez. O yürek yakılacak bir kere üften püften şeylere...

Geçen hafta ufacık (yok yok fazla da küçümsemeyeyim) bir olaydan yola çıkarak kendimi bulduğum yeri söylesem inanmazsın... Nasıl darlandım, nasıl sıkıldım, nasıl sıkıştırdım kendimi; ÇAT diye çatlayacak zannettim beynimin iki lobu birden.
Halbuki nasıl da kolay bir çıkışı varmış, girdiğimi sandığım çıkmaz yolun :)
Ben kolayı seçip bir güzel kötüsünü görmeye çalışıyorum, iyisiyle işim yok ne zamandır..
Bu böyle olmayacak dedi içimdeki pozitif bed@rdem :) "kalk" dedi "silkelen ve kendine gel."
Daha yapacağımız dünya kadar şey var...
Evet, var Vallahi...

Şimdi senden şunu istiyorum (yüzsüzlük demezsen)
Gözlerini kapat önce..
kapat ama lütfen...
hadiiiiiii...

hah,
şimdi "Allahım herkesin gönlüne göre ver, meleklerini, yanlarından ayırma" de....
ama çok güçlü...
ve tabiii ille de gülümseyerek...

bak ben yapıyorum şimdi senin için, benim için, hepimiz için...
şifasını bekleyen hastalara, aşığını bekleyenlere, çekip gitmek isteyenlere, bol para hayallenenlere..... herkese ama herkese yardım etsin Allahım...


gönlümden geçen gerçekleşirse, ilk seninle paylaşacağım...
sen de öyle yaparsın umarım :)))

sevgiyle.....

ÖNEMLİNOT: Şarkının konumuzla ilgisi yok, sadece dinlerken kendimi çok iyi hissediyorum :))





6 Ekim 2010 Çarşamba

Sinir Topağı


Canım, ciğerim...
Bak ne kadar olmuş yazmayalı (utanmasam 1 ay olacakmış bu arada hakkaten) yazmıyorsam bir sebebi var değil mi? Ne kaşınıyoprsun kendi kendine?

Tövbe Tövbeee....

İçimde günlerdir savaştığım, savaştıkça daha da bilendiğim bir sinir geldi yapıştı gırtlağıma, gitmiyor... Ama öyle böyle değil! Şöyle ki;

Sabah erken kalkmak zorunda kaldığım için zaten hayata küsük uyanıyorum, önce bir şöyle etrafa bakıp havanın aydınlık olup olmadığına bakıyorum (yeni aydınlanmaya başlıyor genelde), hafif bir seyirti geliyor zaten sabah sabah tek göze.
Yüz yıka, diş fırçala, ne giyeceksin? (genelde en stresli sahne burada yaşanıyor....)
ona bakıyorum yok, buna bakıyorum yok... Öyle bir mevsim ki zaten; t-shirt giysen donarsın, kazak giysen pişersin. Üstüme paçozlarımı taktığım gibi fırlıyorum sokağa, daha doğrusu arabaya.

Sabahın körü arkadaş; tamam, anlıyorum herkes uykuda ama bu kadar da olmaz ki. Vıjjjjjt ordan araba çıkar, küüüüt ordan başka biri seni sollar, hörrrrt diye yola atlar bir kadın ....vs tabi ben her sefrinde saydırıyorum da, saydırıyorum... Kendi halinde bir küskünken, ağzında köpükler saçan bir manyağa dönüşüyorum yol boyunca. Bileyliyorum iyice kendimi...
İniyorum, işe yakın bir durakta, körüden karşıya giçmem lazım.... Allahımmmmm....
Daha ilk merdiven, ne kadar insan varsa tepemde... İstisnasız herrrrr günnnnnnnnnnnn!!!! Gidiş-geliş olması gereken 1mt'lik geçişte, üstüste insan manzaraları. Kimse diğerine izin vermediği gibi bir de ortadan da gidebilir miyimleri falan deniyor. Ya sabır ya selamet deyip devam ediyorum yoluma, yok olmayacak; "yaaaa hangi ahırdan kaçtınız acabaaaaa" cümlesiyle yapıyorum siftahı , el mahkum... Kimsenin umrunda bile değilim, halbuki istediğim tek şey o anda bana "ne diyosun kızım sen" şeklinde cevap verme cesaretinde bulunabilecek başka bir deli!!!

Çıkıyorum üst katta yürümeye devam ediyorum, metrobüse yetişme telaşı verilmiş canavar sürüsü Amerikan futbolcularının kullandıkları taktikle yara yara geliyorlar üstüme.
"Gün bugündür bedardem, Ya Allaaaaaah" deyip aynı silahla vurmaya çalışıyorum arkadaşları. Üst geçitten geçtiğimde indiğim o son merdiven hep "anne tokurdanması" dediğimiz yerde buluyorum bu yüzden kendimi.
ÇOKNOT: Muhatap bulamamış annelerin evde kendi kendine (herkes evdeyken) tencereye tavaya bağırıp çağırmasına, tencerem sana söylüyorum kızım/oğlum/kocam sen anla pozuna girmesine anne tokurdanması denir.

Eh, geldim ofise karnım aç, ne yiyeceğim ben şimdi?
a) kepekli kaşarlı tost
b) patatesli börek
c) sandviç
d) simit
e) en yakınındakinin beyninin eti

hadi diyelim onu da atlattık... Hal dilinden ne kadar sinirli olduğumu gayet iyi çözebilecek kapasitede olduğunu umduğum canım ofis arkadaşlarım....
Evet, evet size söylüyorum...
Neden sonuç hep hüsran olduğu halde espri yapmaya çalışırsınız? Hayır, tamam normal zamanda gülmesem de nezaketen uyarmıyorum "bir daha sakın deneme, iğrenç oluyosun" diye. Ben de insanım ama en nihayetinde değil mi?
Eşref saatim var, eşşşşek saatim var...
Al işte, hoş mu oldu şimdi dünya lafın altında kaldın da?! Merhemetli bir insan olduğum için bir de gönlünü almakla uğraştıracaksın beni, sinirim geçtiğinde...

Geçtik eve...
- Canımmmm oğluşum, gel bi sarılayım sana. Çok özledim bilemezsin.
- anneee sen kendi evine diiiit..ben seni öslemedim
- :S ama sana çok güzel bi sürprizim vardı.....
- annneeeeeeem, (sarılarak) hadi odamıza gidelim bana sürprisini veeeey.
- !'^&%/(/()==?
çıkar dünyası bu arkadaaaaş! evlat mevlat dinlemez...

Biraz ayaklarını uzatıp, dinlenmek istersin izin verilmez; mutlaka unuttuğun bişey aklına gelir ve beş dakika bile oturmadan saat 11'i edersin. Tek gözün uyumaya başlar ama daha yapılacak tonla işin var. Haaa, unutmadan bir yandan da karın ağrısı, sırt ağrısı, bel ağrısı falan yaşıyosan zaten bu güzel gün 5'e falan katlanır.
Yattım, uyuyabiliyo muyum?
-yooooo
dön o tarafa, olmadı bu tarafa... Kalk madem biraz kitap oku;
- yandan gelen horultuya bakalım ne kadar dayanacaksın?
iyi bakalım o zaman, bileyle kendini gelen sabaha...

nakarat
nakarat
nakarat......vs

bu aralar böyle işte ben ne yapayım....?


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails